Ahmet Davutoğlu kuşkusuz Türk dış politikası tarihindeki en önemli isimlerden birisi. Gerek fikirleri gerekse uygulamadaki performansıyla Davutoğlu son yıllarda sıkça eleştirilen bir isim. Soğuk Savaş yıllarından kalma tarihi geçmiş jeopolitik kavramlara atfettiği önem ve neo-Osmanlıcı (bazılarına göre ise neo-İslamcı) ideolojik takıntısı Davutoğlu’nun fikirlerine dair önemli eleştirilerden. Uygulamada ise Türkiye’nin siyasi, askeri, ekonomik ve diplomatik kapasitesinden habersiz hırslı politikaları; diplomatik müzakerelerde muhataplarını uzun konuşmalarıyla bıktırması; ve çevresinden gelen uyarıları dinlemesine engel olan kibri eleştirilerin hedefi oldu.
Bu gibi eleştiriler, Davutoğlu’nun yakın çevresi hariç, muhalif ya da hükümet yanlısı neredeyse tüm çevrelerce paylaşılmakta. Bunda Arap Baharı sürecinde Türkiye’nin yaşadığı savrulma ve sonrasındaki yalnızlığı da önemli rol oynadı.
Davutoğlu dönemini doğru değerlendirmek ve anlamak Türkiye’nin dış politikasının geleceği için önemli. Yukarıda da belirtildiği gibi Davutoğlu dönemine ilişkin eleştirilebilecek çok şey var. Ancak ne yazık ki bu tartışmalar hem hükümet yanlısı hem de muhalif medyada siyasi önceliklere, genellemelere ve duygusallığa kurban gitmekte. Türk dış politikasında yaşanan birçok sorun, muhalefet ve hükümet tarafından doğrudan Davutoğlu’nun üzerine yıkılmakta.
Ancak bugünden geçmişe bakıldığında görülüyor ki, Arap Baharı, özellikle de Suriye ve Irak’ta yaşanan gelişmelerin yol açacağı sıkıntılardan kaçınmak çok kolay değildi. Ankara Suriye’nin siyasi, sosyal ve askeri yönüne ilişkin çok yüzeysel bir bilgi birikimine sahipti ama Beşşar Essad’ın ömrünü yanlış hesaplayan tek devlet Türkiye değildi. Suriye’yi iyi bilen bazı uzmanlar haricinde, o dönem Esad’ın bu süreci atlatabileceğini düşünen çok az kişi ya da kurum vardı.
Ankara’nın önemli hatalarından birisi Obama yönetiminin ergeç Suriye’ye Libya benzeri askeri bir müdahalede bulunacağına dair bir kumar oynamasıydı. Oysa Obama yönetimi askeri müdahale düşünmediğini Ankara’ya söylemişti. Ancak Beyaz Saray’ın tutarlı bir Suriye stratejisi ortaya koyamamış olması bu konudaki ümitleri hep canlı tuttu. Nitekim, Obama’nın müdahale konusundaki isteksizliğini yanlış hesaplayan sadece Ankara değildi. Hatta öyle ki, Başkan Obama dahi kendi isteksizliğini yanlış hesaplayarak 2012 yazında meşhur kırmızı çizgisini çekmişti.
Suriyeli muhalifleri silahlandırma ve destekleme mevzusu ise daha alengirli bir husus. Türkiye Suriyeli mültecilerden kaçamazdı ama iç savaşa müdahil olmayabilirdi. Ancak bu sefer de Türkiye bir demokrasi talebinin otoriter bir yönetim tarafından ezilmesine sessiz kalmış olacak ve bunun bedelini ödeyecekti. Arap Baharı’nın akıbetini biliyor olmanın avantajıyla bu bedelin çok daha az olduğu söylenebilir. Fakat devrimlerin heyecanıyla bunu 2011’de kestirebilmek herkes için çok güçtü.
Dahası, Ankara bölgede yeni bir düzen şekillenirken oyun dışı kalmaktan korktu. Nitekim bazı uzmanların tahminleri de bu yöndeydi. Ne de olsa Arap Baharı’na kadar olan süreçte, Türkiye’nin Orta Doğu’daki etkisi Arap sokağına değil rejim ve elitlerle kurulan ilişkilere dayanıyordu. Libya tecrübesi göstericilerin taleplerini gözardı etmenin bedelini göstermişti. Bu durum Ankara’yı Arap Baharına olan bağlılığını sonuna kadar destek vererek ispatlamaya yönlendirdi. Batılı müttefiklerin de muhaliflerin silahlandırılması konusunda destekleyici tutum ve politikaları hükümeti bu konuda ikna etti.
Davutoğlu döneminin en sıkıntılı konularından birisi ise, günümüzde de artarak devam eden, radikal terör örgütleriyle kurulan ilişkiler. Bu konu Türkiye için uzun yıllar problem olmaya devam edecek. Aslında bu durum da sadece Davutoğlu’yla sınırlı bir durum değildi. Nitekim 2014 yazına kadar Davutoğlu Dışişleri Bakanıydı ve terör örgütleriyle kurulan ilişkileri Dışişleri değil MİT yürütmekteydi. Tabi bu ilişkiler Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde son bulmadı. Ayrıca Davutoğlu’nun bu konuda hukuki bir tavır almamış olması, tam tersine bu politikaları sahiplenmesi Davutoğlu için en sıkıntılı hususlardan. Dışişleri ses kaydında geçen ‘false flag’ operasyonla Türkiye’yi savaşa sokma planları da cabası.
Bir diğer husus ise ideolojik körlükle Türkiye’nin bölgesel çıkarlarının Müslüman Kardeşlerin iktidarıyla eş tutulması. Evet bu durumun sıkıntıları ortada. Ancak dış politikada ideoloji/değerler ve realizm arasındaki ikilemin hemen herkes için geçerli bir durum olduğu da unutulmamalı. Dolayısıyla benzer bir senaryo farklı isim ve kılıklarda Türkiye’nin karşısına yeniden çıkabilir. İnsan hakları performansı zayıf, otoriter yönetimlerle kurulan ilişkiler, demokrasi talebiyle ortaya çıkan hareketler, çeşitli muhalif gruplarla kurulan ilişkiler ya da demokratikleşme Orta Doğu’da her zaman sıkıntılı konular olmuştur ve ileride de olmaya devam edecek.
Bu yazı bazı açılardan Davutoğlu’nu savunuyor gözükse de, esas amaç bu dönemin gerçekçi bir analizinin gerekliliğini vurgulamak. Davutoğlu dönemine ilişkin başka birçok husus değerlendirilebilir. Ancak bu değerlendirmelerin objetkif olması, toptancılığa gidilmemesi ve Davutoğlu’nun sorumluluğunun doğru tespit edilmesi önemli.