24 Şubat Perşembe sabahından bu yana Rus ordusunun Ukrayna’da başlattığı saldırı, işgal veya savaş olarak tanımlanabilecek gelişmeler dünya gündeminde ilk sırada yer almakta. Bu çerçevede, can kayıpları yaşandığına, Ukrayna’daki stratejik bazı hedeflerin Rus kuvvetlerince kontrol altına alındığına, silahlı çatışmaların Ukrayna’nın çok geniş bir kesiminde vuku bulmakta olduğuna ve saldırıların yer yer sivil halk ve objelere de zarar verdiğine şahit oluyoruz. Sözkonusu silahlı çatışmalara ilişkin olarak akla bazı sorular da gelmekte: Kuvvet kullanmaya ve silahlı çatışmalara dair uluslararası hukuk neyi gerektiriyor? Savaş sırasında uluslararası suçlar işleniyor olabilir mi? Türkiye’nin boğazların savaş gemilerine kapatılması dahil alabileceği tedbirler var mı?
Silahlı Çatışma (İnsancıl) Hukuku’nun Gelişmesine Dair İlk Adımlar ve Rusya
İlk çağlarda Roma, Yunan, Çin, Hindistan ve Orta Doğu medeniyetlerinde savaş hukukuna dair bazı kurallar benimsendiği belirtilse de, bu sahadaki bağlayıcı, somut ve küresel hukuki gelişmeler 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanmıştır. İlginçtir ki bu alandaki çabalarda dönemin Rusyası öncü ülke pozisyonunda bulunmuştur.
Bu kapsamda, Rusya’nın çağrısı üzerine Osmanlı dahil dönemin 19 büyük devleti bir araya gelerek, uluslararası askeri bir konferans sonucunda hukuki bağlayıcılığı bulunan 1868 St. Petersburg Bildirgesi’ni imzalamıştır. Bu Bildirge ile hedefe temas ettiğinde infilak etme ve yanma özelliği olan mühimmatın (bu silahlar ve mühimmatı geliştiren ilk devlet esasen Rusya’dır) silahlı çatışmalarda kullanılmasının yasaklanması amaçlanmış ve hasım güçleri zayıflatma amacını aşacak ölçüde zayiat verdirmenin ve savaşanlara gereksiz ve aşırı acı verecek saldırıda bulunmanın insancıl hukuka aykırı olduğu teyit edilmiştir.
Keza, bu Bildirge’nin ardından, Rus hükümeti inisiyatif alarak 1874’te Brüksel’de bir konferansın daha toplanmasını temin etmiş, burada karada yapılan savaşlara dair taslak hukuk kuralları ele alınmış ve katılımcı devletler bağlayıcı olmasını arzu etmemiş olsalar da bir bildirge yayımlanmıştır.
Dönemin Rus hükümetinin bu minvaldeki etkinliğinin en kıymetli olanları olarak, 1899 ve 1907’da Lahey’de gerçekleştirilen uluslararası barış konferansları kabul edilebilir. Bu Konferanslara ilgili büyük güçleri davet eden Rusya, özellikle silahlanmanın ve askeri harcamaların sınırlandırılması, barışçıl yollara başvurulması suretiyle silahlı çatışmaların önlenmesi ve kara ve deniz savaşları yapılırken uyulması gereken belli başlı kuralların bağlayıcı hale getirilmesi hedeflerine matuf müzakerelerin yapılmasına ve halen yürürlükte olan bir dizi Lahey antlaşmasının imzalanmasına ön ayak olmuştur. Bu antlaşmalar modern silahlı çatışma hukukunun temelini oluşturan metinler arasında yer almaya devam etmektedir.
Şüphesiz ki, o dönem var olan Çarlık Rusyası ile şu anki Rus rejimi arasında, iki dünya savaşı, Çarlık rejiminin yıkılması, Bolşevik ihtilali, Sovyetler Birliği dönemi, BM’nin kurulması, soğuk savaş ve Rusya Federasyonu’na geçilmesi gibi pek çok gelişme yaşandı. Bugünkü Putin yönetimi ile yukarıdaki konferanslara öncülük eden ve savaş hukukuna dair mezkur ilkeleri gündeme getiren dönemin Çarlık Rusyası arasında pek çok açıdan büyük farklar var. Ayrıca Çarlık Rusyasının bu ilkelere ne ölçüde riayet edip barışı benimsediği de ayrıca incelenmesi gereken bir husus. Ancak denebilir ki, o dönemde Çarlık Rusyasının savunduğu ilke ve değerler, yakın dönemde savaş olarak nitelenebilecek pek çok hadiseyi başlatan Putin yönetimi tarafından açık bir şekilde göz ardı edilmektedir. Bu meyanda, tarihte yaşanan sözkonusu Rus girişimleri dikkat çekici anekdotlar olarak görülebilir.
Rusya’nın Ukrayna’ya Saldırması ve Uluslararası Hukuk
Mevcut uluslararası kamu hukuku ve devletlerarası ilişkilere dair en temel ilke şüphesiz ki, BM Şartı’nın 2(4) maddesinde yerini bulan kuvvet kullanma yasağıdır. Bunun istisnası BM Güvenlik Konseyi’nin izin verdiği haller ile BM Şartı’nın 51. maddesi çerçevesinde meşru savunma hakkının kullanılmasıdır. İlk bakışta, Rusya’nın Ukrayna’da gerçekleştirdiği askeri operasyonların ve kuvvet kullanımının bu iki istisnaya da uymadığı ve hukuka aykırı olduğu açıkça gözükmektedir.
Rusya Devlet Başkanı Putin’in bu askeri saldırıya gerekçe olarak ileri sürdüğü hususlar, NATO’nun genişlemesi, Batı’nın Ukrayna üzerindeki nüfuzu ve Ukrayna’nın gelişmiş silahlara sahip olduğu iddiasından ibarettir. Bu hususları Rusya’ya yönelik varoluşsal tehdit olarak gören Putin, meşru savunma hakkı çerçevesinde Ukrayna’da icra ettiği savaşı meşrulaştırmaya çalışmıştır. Esasen Rusya BM Şartı’nın 51. maddesinde zikredildiği şekilde gerçek bir silahlı saldırıya maruz kalmamıştır. Keza, -teamül hukukuna dönüşmüş olmasa da- ön alıcı meşru savunma doktrinine dayanılabilmesi için gereken, Rusya’ya yönelik gerçekleşmesi yakın ve muhakkak bir kuvvet kullanımının varlığından söz etmek de mümkün değil. Bu askeri harekatın Rusya’nın birkaç gün önce tanıdığı, sözde Donetsk ve Luhansk Cumhuriyetleri'nde yaşayan halkların kitlesel kırıma uğradığından bahisle ‘insani müdahale’ ya da ‘R2P’ çerçevesinde müdahalede bulunulmasını destekleyecek sahada hiçbir gelişme de yoktur. Her şey bir yana Rusya’nın karşı karşıya olduğunu varsaydığı tehdit karşısında Rusya’nın medyaya yansıyan şartlar ve ölçülerde kuvvet kullanımının zorunlu ve orantılı olduğu da söylenemeyecektir. Bu hususlara hiçbir uluslararası hukuk uzmanının aksi yönde cevap verebileceğini sanmıyorum. Bu sebeple, Rusya’nın Ukrayna’ya düzenlediği askeri harekatı haklı ve meşru gösterecek hukuki tek bir gerekçe yoktur.
Jus ad bellum tartışmalarının yanı sıra, Rusya, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (ICTY) Tadiç kararı ve teamül hukuku çerçevesinde, kuvvet kullandığı ilk andan itibaren, yani Ukrayna’ya ilk kurşunu sıktığı saniyeden itibaren insancıl hukuktan kaynaklanan yükümlülüklere riayet etmek zorundadır. Bu yükümlülükler özellikle askeri ve sivil hedef ayrımı gözeterek sivil halk ve objelere zarar vermekten kaçınmak, sadece askeri zorunluluk ve karşı cepheyi zayıflatıp teslim olmaya zorlama (hasım tarafı yok etmek için değil) çerçevesinde tedbirler almak, elde edilecek askeri avantajla orantılı olacak ölçekte kuvvet kullanmak ve hasım taraf muhariplerinde gereksiz acı ve ifratkar boyutta yaralanmalara sebep olmaktan kaçınmaktır. Bununla birlikte, bu ilke ve kurallara uyulmadığına dair şimdiden medyaya bazı haberlerin yansıdığı gözlemlenmektedir.
Sözkonusu insancıl hukuk ihlalleri, savaş suçu ve insanlığa karşı suçlar gibi uluslararası nitelikteki suçların işlenmesine ve Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (ICC) bu çerçevede davalar görülmesine zemin oluşturabilir. Ukrayna ICC’ye yaptığı 8 Eylül 2015 tarihli bildirimle Ukrayna’da işlenen soykırım, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçlarının yargılanması bağlamında mahkemenin yetkisini tanıdığını beyan etmişti. Nitekim, bu doğrultuda, ICC Savcısı Karim Khan da Rusya-Ukrayna savaşında yaşanan gelişmeleri yakından izlediğini 25 Şubat Cuma günü basına duyurdu. Bununla birlikte, 2018 yılında yürürlüğe giren, ICC Roma Statüsü’nün ‘saldırı suçu (crime of agression)’na ilişkin hükmü bağlamında, Rusya ve Ukrayna bakımından ICC’nin yargı yetkisi bulunmuyor.
Türkiye ve Boğazların Kapatılması
Ukrayna ve Rusya arasında yaşanmakta olan uluslararası nitelikteki silahlı çatışmanın Türkiye bakımından da bazı güçlükler doğuracağı anlaşılmaktadır. Türkiye’nin bu iki ülkeyle ticaretinin gerilemesi, Rusya’ya uygulanması muhtemel uluslararası yaptırımların yansımaları, bu ülkelerden elde edilen turizm gelirlerinden mahrum kalınması ve başkaca siyasi gerilimler bunların ilk akla gelenleridir. Ayrıca yaşanan çatışmalara ilişkin Türkiye’nin benimseyeceği pozisyonun ve alacağı ilave tedbirlerin Rusya ile gerilim yaşamasına yol açması olası görünüyor.
Şu ana kadar Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamalarda Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı askeri operasyon ‘kabul edilemez’ bulunarak reddedildi ve Rusya’ya bu hukuksuz eylemi durdurma çağrısında bulunuldu.
Yapılan siyasi açıklamaların ötesinde, Türkiye’nin anılan silahlı ihtilaf çerçevesinde Boğazlarla ilgili alacağı tedbirler de merak edilmekte. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu bu hususta yaptığı açıklamada şunu belirtti:
“Bugüne kadar Türkiye Montrö Antlaşması’nı tereddütsüz her seferinde uygulamıştır. Yani Türkiye’nin taraf olmadığı bir savaşta, savaşın tarafı olan ülkelerle ilgili alınabilecek tedbirleri var. Boğazlardan savaş gemilerinin geçişini Türkiye durdurabilir. Ama Montrö Sözleşmesi’nde ayrıca bir şey var. Burada savaşın tarafı olan ülkelerin gemilerinin kendi üslerine dönme talebi olursa, o zaman ona izin verilmesi gerekiyor. Uzmanlarımız bir kere savaş hâli var mı onu çalışıyor. Ukrayna bunu ülkenin tamamını işgal yönünde bir askerî harekât olarak tanımlıyor. Savaş hâlini hukuken kabul edersek bu süreç başlayacak. İkincisi, savaş hâlini kabul edersek, Montrö bağlamında savaş gemilerinin geçişini yasaklayacağız. Ama yasaklasak da Rusların böyle bir hakkı var. Sözleşme yapılırken, Rusya kendisince madde koydurmuş.”
Boğazlar rejimine dair instituDE’nin daha evvel yayımladığı makalede belirtildiği üzere, 20 Temmuz 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 19(2) maddesi uyarınca savaş halinde muharip devletlere ait savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişi yasaktır. Bununla birlikte, aynı maddenin dördüncü fıkrasında, muharip devletlere ait savaş gemilerinin Karadeniz’deki bağlama limanına dönmesine izin verileceği şeklinde bir istisna öngörülmüştür. Bu itibarla Türkiye, her halde, Karadeniz’in dışında bulunan Rus savaş gemilerinin Karadeniz’e dönmesine müsaade etmek durumundadır. Burada Çavuşoğlu’nun şerh koyduğu hususun Ukrayna ile Rusya arasındaki çatışmaların savaş olup olmadığı ile ilgili olduğu görünmekte. Savaş halinin mevcut olmadığı kabul edildiği takdirde, Rus savaş gemilerinin geçiş serbestisi kısıtlanmayacaktır.
Çavuşoğlu’nun açıklamasındaki Ukrayna ile Rusya arasında savaş halinin bulunup bulunmadığı vurgusu dikkat çekmekte. Yukarıda belirttiğimiz üzere anılan taraflar arasında silahlı çatışmaların vuku bulduğu açıktır ve bu itibarla insancıl hukuk her iki tarafı da bağlıyor. Peki tarafların açıkça savaş ilan etmedikleri dikkate alınarak, bu çatışmaların savaş hali teşkil etmediği ileri sürülebilir mi? Taraflar savaş ilanından kaçınarak uluslararası hukukun özellikle de Montrö Sözleşmesi’nin farklı yönde uygulanmasını sağlayabilirler mi?
Esasen BM’nin kurulmasının akabinde oluşan uluslararası düzende, BM Şartı’nın 2(4) maddesiyle kuvvet kullanmanın yasaklanması çerçevesinde, herhangi bir devletin karıştığı silahlı ihtilaf için savaş ilan etmesini beklemek mantıklı değildir. Bu trend paralelinde, BM Şartı’nın kabulüyle birlikte uluslararası literatürde kullanılan terminoloji de farklılık göstermeye başlamıştır. Devletlerin savaş ilan etmeyebileceği öngörüsüyle, örneğin, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri’nde ‘silahlı çatışma (armed conflict)’ ifadesi daha çok tercih edilerek, insancıl hukukun uygulanma sahasının daraltılmaması amaçlanmıştır. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan ve BM’nin kuruluşundan evvel akdedilen Montrö Sözleşmesi’nin imzalandığı esnada bu hassasiyetin henüz oluşmamış olduğu da hatırda tutulmalı ve bu sebeple ‘harp’ halinin, taraflarca açıkça ilan edilmediği durumlarda da mevcut olabileceği kabul edilmelidir.
Bu hususlar ışığında, Rusya-Ukrayna silahlı ihtilafında yaşanan askeri ve sivil can kayıpları ile tüm diğer zayiat, taraflar arasındaki çatışmaların yaşandığı çok sayıda yer ve bunların yoğunluğu ile şiddeti, Rusya tarafından kuvvet kullanarak zaptedilen pek çok stratejik tesis ve kent ve kullanılan askeri unsurların sayısı ve çeşitliliği dikkate alındığında Ukrayna sathında yaşananların savaş olmadığını hukuken ve teknik olarak ileri sürmek pek mümkün olmayacaktır.
Politik kaygılarla ve Rusya karşısında Türkiye’nin bulunduğu dezavantajlı pozisyon sebebiyle bu ihtilafın ‘savaş’ olmadığının ileri sürülmesi ise mevcut şartlarda anlaşılabilir bir durumdur. Zira Türkiye’nin ulusal çıkarları hesaba katılarak bir uluslararası pozisyon benimsenmesini mazur görebiliriz. Bununla birlikte, insani evrensel değerlerin göz ardı edilmemesi ve yaşanan çatışmaların daha fazla alevlenmesine katkı sağlanmaması da gerekmektedir.