Amerika-Çin ilişkilerinin geleceği hakkında tahminde/kehanette bulunmak için son yıllarda en çok atıfta bulunulan kavramlardan bir tanesi şüphesiz ki Tukidides Tuzağı (Thucydides Trap) olarak karşımıza çıkıyor. Milattan önce beşinci yüzyılda yaşayan Tukidides hem bilimsel tarihin hem de uluslararası ilişkiler teorisinin temel akımlarından Realism’in kurucu babalarından kabul ediliyor. Tukidides, Palapenos Savaşları isimli kitabında antik Yunan şehir devletleri Atina ve Sparta'nın arasında geçen savaşları anlatır. Bu savaşların nedeninin Atina devletinin yükselen bir güç olarak Sparta'nın endişelerini artırması olduğu tespitini yapar.
Bu tespit, Harvard Üniversitesi’nden Prof. Graham Allison tarafından tarihsel bir perspektif üzerinden ele alınarak metodolojik anlamda açıklayıcı bir çerçeveye dönüştürüldü. Allison öncülüğünde Harvard’a bağlı Belfer Merkezi’nde yürütülen Tukidides Tuzağı İnsiyatifi(1) geçtiğimiz beş asırda mevcut baskın güce karşı palazlanan bir başka gücün karşı karşıya geldiği 16 tarihsel süreci ele aldı. Bu gerilimlerden 12 tanesinin savaşla sonuçlandığını tespit etti (ele alınan savaşlardan bir tanesi de 16. ve 17. yüzyıl dönemlerinde Osmanlı'nın yükselen bir güç olarak Avrupa'da Viyana’ya kadar varlık alanını genişletmesi üzerine Habsburg hanedanı ile karşı karşıya gelmesidir). ‘Tuzak’ tabiri bu bağlamda, mevcut baskın güç nezdinde, yükselen güce ilişkin tehlike/risk algısının güçlenmesi ve bu algı üzerine bina edilen kararların savaşa dönüşmesi ihtimali olarak kullanılıyor. Dolaysısıyla iki ülke/güç arasındaki kamuoyu ve elitlerin birbirlerine ilişkin algılarının, bu algılardan türetilen yargıların ve neticede alınan kararların birbiriyle ilişkili olduğu ifade ediliyor. Bu yüzden başta tarihsel süreç içerisinde değişen algıyı ve yönü anlamaya çalışmak, geleceğe dair de anlamlı bir tahminde bulunmamızı kolaylaştırıyor. Bu bağlamda, tuzak kavramın mucidi ve bu konu hakkında bir kitap yazan (Destined for War: Can America and China Escape Thucydides’s Trap?) Allison’ın, 2017 Haziran ayında Trump’ın o dönemki ulusal güvenlik ekibine bir sunum gerçekleştirmek üzere Beyaz Saray’a davet edildiğini not etmek anlamlı olabilir.
Algıları besleyen olaylar
1970’lerde başlayan açılım politikası ve 2000’lerde Dünya Ticaret Örgütüne katılımı ile uluslararası sisteme entegre olan Çin’in yıllar içinde demokratik bir sisteme dönüşeceği hesap ediliyordu. Gelinen noktada Çin’in elde ettiği ekonomik ve teknolojik seviye daha otoriter bir yapıya evrilmesine yol açtı. Ayrıca diğer gelişmekte olan ülkeler için batılı tarzda bir demokrasi olmaksızın refahın artırılabileceğini kanıtlayan bir örnek haline geldi. Bu süreç içerisinde ABD’nin Çin’e ilişkin algısında da hissedilir değişimler meydana geldi.
2014-2016 yılları arasında yüksek lisans yapmak amacıyla bulunduğum Çin'de, Çin’e ilişkin değişen Amerikan algısını tespit etmeye yönelik araştırma yapma fırsatım oldu. Bu kapsamda Çin'in Xi Jinping'den geriye doğru son üç başkanının Amerika’ya yaptıkları resmi ziyaret dönemlerini esas alarak, Amerikan medyasında Çin hakkında çıkan haber ve yorumları konularına göre sınıflandırdım. Bu yayınların oluşturdukları algı tonlarını tespit etmeye çalışan bir içerik analizi ortaya koymaya çalıştım. Elde ettiğim sonuçlar, algıları oluşturan faktörler bağlamında ağırlığın fırsat ve işbirliği alanları olarak görülen ekonomik ve ticaret konularından, tehdit algısını tetikleyen askeri ve güvenlik konularına kaydığını gösteriyordu. Aynı zamanda her bir konudaki algı tonunun pozitiften negatife evrildiğini gözlemlemek mümkündü. Hem akademik hem de günlük yayınlarda bilhassa Xi Jinping dönemi ile birlikte yükselişe geçen Çin'in cüretkâr (assertive) tavrının süreç içinde artış gösterdiği, bunun ekonomik gücü artan bir ülkenin doğal davranışı mı yoksa bir noktada saldırganlığa dönüşme ihtimali olan bir değişime mi işaret ettiği sıkça tartışılıyordu.
Artan cüretkârlık nitelendirmesine örnek verilebilecek birçok gelişme yaşandı. 2008 küresel ekonomik krizi sonrası bir fikir olarak ortaya atılan Kuşak-Yol projesini (one belt one road) Xi Jinping döneminde başlatmaya karar veren Çin, eski İpek Yolu’ndan mülhem batıda Avrupa’ya kadar uzanan bir coğrafyada kara ve deniz ticaret yollarını garanti altına almaya ve geçtiği ülkelerde nüfuzunu artırmaya yönelik yeni bir "Marshall Programı"nı hayata geçirdi. Bu projenin finansmanı için kurduğu yatırım bankasına ABD’nin rağmına oluşan uluslararası ilgi, Çin'in artan askeri harcamalarına ve deniz gücüne paralel olarak Pasifik’te artan askeri faaliyetleri, özellikle Güney Çin Denizi’ne askeri amaçlarla inşa ettiği düşünülen yapay ada söz konusu adayı inşa ederken kullandığı kendine ait inşaat ve gemi teknolojisi gibi ABD’nin yakından takip ettiği atılımlar tehdit algısının pekişmesine neden oldu.
Trump Dönemi
2016 yılında gerçekleşen ABD başkanlık seçimlerinde, pekişen bu algı üzerinden en çok nemalanan isim şüphesiz ki uluslararası siyasete ilişkin söylemini Çin tehdidi üzerine kuran Trump oldu. Seçim kampanyası boyunca gittiği her yerde Çin'in ABD ekonomisine ve güvenliğine yönelik oluşturduğu tehditlerden bahsetti; ABD’yi tekrar dünyanın bir numarası yapma ve söz konusu tehditleri bertaraf etme sözü verdi. Seçimi kazandıktan sonra sözünü tutmaya Çin’e karşı ticaret savaşı başlatarak girişti. 200 milyar dolarlık ithalatı kapsayan mal grubunda gümrük tarifelerini kademeli olarak % 25’e çıkardı. Bu artış, Çin ürünlerine uygulanan ortalama gümrük vergisinin iki kat artmasına neden oldu. Çin bu hamleye aynı şekilde karşılık verdi. Sonuçta ABD’nin uyguladığı ortalama gümrük vergisi yaklaşık üç kat, Çin’in ABD’ye uyguladığı gümrük vergisi ise ortalama iki kat arttı. Karşılıklı hamleler sonucunda iki lider arasında 2020 Ocak ayında tansiyonu düşürmeyi amaçlayan birinci faz adı verilen bir anlaşma imzalandı.
Trump’ın dengesiz bulduğu dış ticarete müdahalesi dışında doğrudan yaptırım uyguladığı bir diğer hedef, Çin devleti tarafından haksız sübvansiyonlarla desteklendiği iddia edilen teknoloji şirketi Huawei oldu. Son dönemde akıllı cep telefonu piyasasında sürekli yükselen pazar payı ile adından bahsettiren Huawei’nin asıl alanı iletişim altyapısı kurmak. Özellikle 5G altyapısı projelerine ilgi duyan Huawei, Trump tarafından açıkça Amerikan milli güvenliğine bir tehdit olarak nitelendirilip hedef tahtasına oturtuldu. ABD’de iletişim teknolojisi alanında yatırım yapmasının önüne geçilen Huawei'nin, ABD şirketleri ile iş yapması da engellendi.
Korona Dönemi
2020 başına kadar yapılan fayda-maliyet analizleri ve muhtemel dolaylı etkileri üzerinden gündemi meşgul eden karşılıklı restleşme ve hamleler Çin'in Wuhan şehrinde ortaya çıkıp dünyaya yayılan Corona virüsü ile bambaşka bir boyuta taşındı. Salgına müdahalede geç davrandığı, bilgi sakladığı ve Dünya Sağlık Örgütü üzerinden manipülatif bilgiler yayarak dünyanın gerekli önlemleri almasına engel olduğu iddia edilen Çin, bir başka cepheden Trump'ın hedefi haline geldi. Başlarda virüse ısrarla “Çin virüsü” adını takan Trump, olayın vahametini ve Amerika üzerindeki etkilerini Pearl Harbour ve 11 Eylül’den daha vahim olarak niteledi. Amerika’da yaklaşan 2020 seçimleri hesaba katıldığında, Trump’ın Çin’i hedef alan açıklamalara devam edip dozunu artırması sürpriz olmaz. Nitekim geçtiğimiz haftalarda katıldığı bir programda Amerikan ekonomisini Çin’den tamamen ayrıştırmanın (decoupling) Amerika için 500 milyar dolar tasarruf anlamına geleceğini ifade etti.
Korona’dan en çok etkilenen ülkelerin başında gelen Amerika’da Trump döneminde neredeyse hiçbir konuda anlaşamayan Cumhuriyetçiler ve Demokratların Çin’e karşı uygulanacak her türlü yaptırım kararının arkasında birleşmeye hazır olduğu ifade edilebilir. Bunun önemli bir göstergesi olan ve 2019 yılı sonunda Temsilciler Meclisi’nden geçen Uygur Yasası 2020 Mayıs ayı ortasında ABD Senatosu tarafından da onaylandı. Yasa kapsamında Uygurlara karşı yürütülen ve Çin’in ‘yeniden eğitim’ adını verdiği uygulamalara karışan Çinli yetkililere ABD vizesi verilmemesi başta olmak üzere Çin’e karşı bir takım yaptırımlar uygulanması hedefleniyor.
Bu gelişmelere karşılık en iyi savunma saldırıdır anlayışı ile Çin, salgından 2019 yılında Wuhan'ı ziyaret eden bir Amerikan heyetini sorumlu tuttuğunu açıkladı ve ABD yönetimini iki ülkeyi açıkça bir soğuk savaş ortamına itmekle suçladı. Kendini bütün dünyaya karşı savunmak durumunda bulan Çin, sahip olduğu propaganda ve kamu diplomasisi olanakları ile ülkelerin tepkilerini yumuşatma gayretine girdi. Avrupa’da salgından en çok etkilenen ülkeler olan İtalya ve İspanya başta olma üzere birçok ülkeye sağlık personeli ve tıbbi ekipman yardımı yaptı. Amerika’nın Avrupa’ya seyahat yasağı koyduğu ve kendi evinde salgınla mücadelede başarısız bir görüntü verdiği ortamda doğan uluslararası irade boşluğu salgının nedeni olarak görülen Çin tarafından doldurulmaya çalışıldı.
Uluslararası yönetişim becerisinin de test edildiği böylesi bir ortamda en fazla can kaybının yaşandığı ABD, batılı ülkelerle işbirliğinden ziyade, Trump’ın Almanya’da bulunan bir aşı fabrikasını satın almaya çalışması ve Dünya Sağlık Örgütü’nden çekilme kararı ile akıllarda kaldı. Bu arada batılı ülkelerin kendi derdine düştüğü pandemi ortamında, Çin’in Hong Kong meclisinden geçmesini istediği ancak karşıt gösteriler nedeniyle geri çekilen yeni güvenlik yasası kabul edildi. Söz konusu yasa ile Çin’e Hong Kong’da kendi güvenlik kurumlarını oluşturma olanağı verildi, böylelikle Hong Kong’un otonom yapısı Çin’in müdahalesine açık hale getirilmiş oldu.
Korona sonrası dönem
Korona salgını ile ABD ve Çin arasında yeni bir cephe açıldığı söylenebilir. Çin’e karşı oluşan küresel tepkiyi iyi değerlendirecek bir ABD yönetimi Çin’in ekonomik gücü ile gözleri kamaşan eski müttefiklerini muhtemel bir soğuk savaşta kendi safında toplayabilirdi. Zira Çin elinde bulundurduğu ekonomik güç ve sahip olduğu yatırım iştahı sayesinde, iş yaptığı batılı ülkeler tarafından kendisine özellikle insan hakları, çevre, uluslararası haksız rekabet gibi konularda yöneltilen eleştirileri bertaraf edebiliyordu. Ancak yönetim tarzının içerdiği şeffaf olmama gibi yapısal problemler yüzünden küresel bir salgına neden olan Corona virüsü, Çin’in otokratik yapısının dünyanın başına açabileceği sorunlar üzerine tekrar düşünülmesine yol açtı. Ne var ki mevcut ABD yönetimi bu küresel tepkiyi konsolide edebilme yeteneğinden çok uzak. Çin ise salgın karşısında aldığı etkili önlemler ve maliyetine bakmaksızın uyguladığı sıkı karantina koşulları ile hastalığı beklenenden önce durdurmayı başardı ve bunu dünyaya mümkün olan her yolla duyurdu.
Pekin yönetimi pandemiden etkilenen 82 ülkeye yardım ulaştırarak önemli bir kamu diplomasisi başarısı elde etti. Olayın faturasının kendisine çıkarılması halinde nasıl bir reaksiyon vereceğini anlamak için de Avustralya örneği fikir verebilir. Salgına ilişkin uluslararası bir soruşturma açılması talebinde bulunan Avustralya’ya karşı Çin, Avustralya’dan en çok ithal ettiği tarım ürünlerinde gümrük vergilerini artırma kararı aldı. Avustralya’nın en büyük ticaret ortağı Çin’in bu hızlı reaksiyonu, konunun kapanmasının kendisi için ne derece önem ve öncelik taşıdığı hakkında fikir verebilir.
Dünyanın geçen yüzyıl yaşadığı soğuk savaştan farklı olarak bugünkü muhtemel tarafların hem girift hem de yoğun ekonomik ve ticari ilişkileri mevcut. Bu durum bir orta yol bulunması ihtimalini artırdığı gibi küresel ölçekte büyük maliyetler doğurması muhtemel uzun süreli bir çözümsüzlüğe evrilme potansiyeli de taşıyor. Gidişat hakkında fikir verebilecek en büyük gösterge 2020 ABD başkanlık seçimlerinin sonucu olacak. Uluslararası anlamda sorumluluk almayı gereksiz maliyet olarak gören, Ortadoğu’dan çektiği askerleri kendi halkına karşı Beyaz Saray’ın önüne dizen Trump, her ne kadar Çin’e karşı en üst perdeden tepki veriyor görünse de, pandemi sonrası dönemde kendisine yönelik yükselen itirazları tek tek susturmayı yeğleyecek Çin için en ideal başkan adayı konumunda.